İçin Kategoriye Göz Atın

Röportaj

Gösteriliyor: 1 - 4 arasında 4 Makaleler

Tunacan Soruyor: Ceren Bozkurt

Tunacan Atalay: Tarih alanındaki eğitiminizi Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde tamamladınız. Tarih biliminin, özellikle de yemek tarihi üzerine odaklanmanızın ardındaki motivasyon neydi? Bu alan, sizin için kişisel bir ilgi mi yoksa toplum için daha geniş bir misyonun parçası mı?

Ceren Bozkurt: Öncelikle bu güzel davetiniz için çok teşekkür ederim. Lise yıllarında başlayan gastronomi merakımı, lisansta seçtiğim tarih eğitimi ile birleştirmek; üniversitenin başlarında ateşi yakan kıvılcımlardan biriydi. Özellikle Türkiye’de var olan tarih eğitiminin, özellikle siyasi ve askeri tarih odaklı olması; bu alana olan ilgimi daha çok kamçıladı. Tarımın, yani medeniyetin başladığı yer olan Anadolu’da; yemek kültürü ve tarihi ile ilgili yapılan çalışmaların sınırlı ve kısıtlı olmasının bir haksızlık olduğuna kanaat getirdim. 

Avrupa’da, Amerika’da “yemek çalışmaları, yemek tarihi” özelinde araştırmacılar yetişirken, Türkiye’de durum maalesef böyle değil. Bu sebepse sadece kişisel bir merak demek, sanıyorum bencillik olur. Zengin mutfak mirasımızı kayıt altına almak ve bu alanda araştırmalar yapmak, bundan çok daha ötesini hak ediyor. 

T.A.: 2021 yılında kurduğunuz “tarihvetarif.com” blogu ile dikkat çektiniz. Bir tarihçi olarak dijital platformlarda içerik üretmenin zorlukları ve avantajları neler oldu? Blogunuzun okuyucuları üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.B.: 2021 yılında, yemek tarihi ve kültürü alanında yaptığım -akademik ya da değil- tüm çalışmaları paylaşmak amacıyla kurduğum tarihvetarif.com; açıkçası beklemediğim kadar fazla kitleye ulaştı ve ulaşmaya devam ediyor. Yemek tarihi ve kültürünün sadece akademide sınırlı kalmaması, toplumun bilinçlenmesi için ve aslen yemek tarihi hakkında var olan dezenformasyonları önlemek amacıyla giriştiğim bu oluşumun; “yemek tarihi”ni görünür kıldığını düşünmekteyim. En güzel yorumlar ise genel olarak, “sıkıcı” olarak değerlendirilen tarihin aslında ne kadar zevkli olduğunu gösterdiğim için yapılan teşekkürler! 

T.A.: Yemek tarihi üzerine yazarken karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdir? Bu süreci nasıl yönetiyorsunuz ve okurlarınıza hangi mesajları vermeyi hedefliyorsunuz?

C.B.: Yemek tarihi ile ilgili kaynaklar, herhangi bir belgenin içerisinde olabilir. Bir not defterinde, mutfak muhasebe defterlerinde, bir yazıtta, bir seyahatnamede; romanda, şiirde. En büyük problem kaynak yahut bir iz bulmak. Samanlıkta iğne aramak belki daha kolay olabilir! Multidisipliner okumaların çok önemli olduğu bu alanın belki de en çok uğraştırıcı kısmı bu olabilir. Edinilen her kaynağa titizlikle yaklaşmak, yemeğin birbirinden farklı anlamlarının olduğunu kabul etmek; ekonomi, siyaset, sosyoloji, psikoloji, edebiyat gibi alanlarla yakın temasını gözetmek; yemek tarihi için olmazsa olmaz. 

T.A.: Sıra geldi yeni girişiminize yani Sürdürülebilir Mutfak Ağı’na… Bu ağı kurarken ilham aldığınız kaynaklar veya olaylar nelerdi?

C.B.: 21. yüzyılın en trend, en çok kullanılan terimlerinden biri “sürdürülebilirlik.” Bu kavram, çoğunlukla ekolojik olarak karşımıza çıksa da, sürdürülebilirlik, hayatın her alanına adapte edilmesi zorunlu hale gelen; aslında ve esasında hayatımızı kolaylaştıracak bir tür toplum sözleşmesi. 

İçerisinde bulunduğumuz coğrafya, yani Anadolu coğrafyasının yemek kültürünün kökeninde yüzyıllar; hatta bin yıllardır sürdürülebilirlik bulunuyor. Sadece ismi değişik: İsraf, tasarruf, biri bin etme; ziyan etmeme bu kültürün yemek kökenlerinin temeli. Yani bizim esasen alışık olduğumuz bir kavram. Bunun en büyük sebebi ise, Anadolu mutfak kültürünün bir tür yokluk mutfağı olması. İnsanların yokluk zamanlarında edindikleri mutfak pratikleri, bize geçmişten gelen ve geleceğimizi şekillendiren bir miras. 

T.A.: Kuruluşunuzun amacını, küresel sürdürülebilirlik hareketi içerisindeki yerini nasıl tanımlarsınız?

C.B.: Sürdürülebilir Mutfak Ağı’na başlama hikayemiz ise şöyle, Yemek tarihçisi olarak, mutfak kültürümüzün yaşadığı erozyonu önlemek için yaptığım çalışmalar; beni kültürel sürdürülebilirlik alanına yönlendirdi. Geleneksel mutfak uygulamalarının ve  tariflerin  kaybolmasının önüne geçmenin en yararlı yolunun sürdürülebilirlik ilkeleriyle bağlaştığını fark ettim. Yemek, topraktan sofraya, üreticiden tüketiciye bir bütün. Kolektif bir çalışmanın en lezzetli hali olan gastronomi, 21. yüzyılın gereklerine uygun olarak; zaten beraberinde sürdürülebilirliği getiriyor. Sürdürülebilir Mutfak Ağı, çiftçiden pazarcıya, pazarcıdan şefe, şeften tüketiciye; gıdayla haşır neşir olan kolektif bir yapılanmayla besleniyor. Toprağın korunduğu, üreticinin ve tüketicinin haklarının gözetildiği, temiz ve adil gıdaya ulaşmak; Sürdürülebilir Mutfak Ağı’nın en önemli ilkelerinden biri. 

Çünkü Sürdürülebilir mutfak ağı, ekolojik, ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmak için işbirliği ve dayanışma üzerine kurulmuş bir sistem. Bu ağ, gıda üretiminden tüketimine kadar tüm süreçlerde sürdürülebilir uygulamaların benimsenmesini teşvik ediyor ve kültürel sürdürülebilirliğe önemli katkılarda bulunuyor. Restoranlar, şefler, çiftçiler, tedarikçiler ve tüketicilerin birlikte çalışması, sürdürülebilir bir gıda sisteminin oluşturulmasında kritik bir rol oynuyor.

T.A.: Mutfak kültürünü ekolojik, sosyal ve kültürel boyutlarda sürdürülebilir kılmak gibi geniş bir hedefiniz var. Bu hedeflerinizin pratikte uygulanabilirliğini nasıl sağlamayı planlıyorsunuz?

C.B.: Bu soru çok boyutlu ve katmanlı yanıtlar içeriyor. Aklımızda birçok proje var. Nitelikli bir ekip var ve hep birlikte sıkı çalışıyoruz. Ekolojik sürdürülebilirlik için ticaret odaları, ziraat odaları, ticaret borsaları gibi kurumlarla paydaşlık yaparak çiftçi ve tarım işçilerinin bilinçlendirilmesinden, Tarım ve Orman Bakanlığında sürdürülebilirlik lehinde taraf tutarak lobi faaliyetleri yürütmeyi planlıyoruz mesela. Böylece, 

Somut olmayan kültürel miras olarak değerlendirilen yemeğin, zaman içerisinde hem malzeme hem de yöntem açısından değiştiğini izleyebiliyoruz. Biz, kültürel sürdürülebilirlik adına, gücümüz yettiğince bu değişimleri belgelemek istiyoruz. Bu belgeleme bize, sadece yemeğinin tadının nasıl değiştiğini değil; sosyal, ekonomik ve ekolojik değişimi de göstereceğini biliyoruz.

Sosyal boyutta ise işletmecilerin ve şeflerin tedarik, üretim ve satış/sunum esnasında sürdürülebilir yöntemler izlemesi için şeffaf ve açık bir taahhütte bulunmaları için yakın zamanda bir projemizi hayata geçireceğiz. Bu taahhüdü veren işletmeleri ise internet sitemiz üzerinde listeleyeceğiz. 

Çok da detay vermiyorum projelerle ilgili, sürprizi kaçmasın… Kısa zamanda gönüllü ekibimizle birlikte projelerimizi olgunlaştırıp lansmanlarını yapacağız. 

Röportaj: Tunç Soyer

Tunç Soyer Kimdir?

1959 yılında Ankara’da doğan Tunç Soyer, çocukluk yaşlarından itibaren İzmir’de yaşadı. Bornova Anadolu Lisesi’ndeki yatılı öğrencilik yıllarının ardından yükseköğrenimini Ankara Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Aynı yıllarda Türk Haberler Ajansı’nda muhabirlik yaptı. Mülteci kamplarındaki kadın dramını anlatan bir eseri Türkçeye çevirdi.

İsviçre Webster Üniversitesi’nde “Uluslararası İlişkiler” ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde “Avrupa Birliği” alanlarında yüksek lisans yaptı. İyi düzeyde İngilizce ve Fransızca bilen Soyer, 1991’de Seferihisar’da halen faal olan bir tatil köyünün kurulmasına ve İzmir’in turizmine kazandırılmasına önayak oldu. Dokuz yıl boyunca turizm sektöründe yönetici olarak faaliyet gösterdi.

2003’te İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’ya Avrupa Birliği’nden temin edilecek mali kaynaklar konusunda danışmanlık yapan Soyer, İzmir’in ekonomisine ve sosyal yaşamına dair tecrübelerini bu süreçte arttırdı. 2004-2006 yıllarında İzmir Ticaret Odası’nda Dış İlişkiler Müdürlüğü’nü yürüttü. 2006 yılında Dışişleri Bakanlığı tarafından EXPO İzmir Genel Sekreterliği görevine atandı.

2009 yılı itibarıyla Seferihisar’da Belediye Başkanlığı görevine seçildi ve bu görevi iki dönem yürüttü. Küçük ilçelerin uluslararası ölçekte tanınmasını ve ekonomisinin geliştirilmesini hedefleyen Citta Slow (Sakin Şehir) hareketini önce Seferihisar’a, ardından Türkiye’nin yedi farklı coğrafi bölgesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne taşıdı. 2013’te merkezi İtalya’da bulunan Dünya Sakin Şehirler Birliği’nin Genel Başkan Yardımcılığı görevine, 2014’te Sosyal Demokrat Belediyeler Derneği (SODEM) Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine, Temmuz 2019’da,  Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Dünya Teşkilatı (UCLG) Yönetim Kurulu Üyeliği’ne ve ICLEI’nin ana yürütme organı olan Küresel Yürütme Komitesi (GexCom) üyeliğine seçilmiştir. 2021-2024 dönemi içerisinde İklim Hareketi ve Düşük Emisyon Geliştirme Portföyü’nün Eş Başkanlığını yürütmektedir. Kendisinin Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde İzmir, G20 üye devletlerinden metropol kentleri ortak bir çerçeve altında bir araya getiren U20’ye davet edilerek U20’nin daimi üyesi oldu.  Son olarak Ekim 2023’te ise 46 ülkeden 130.000’in üzerinde yerel ve bölgesel yönetimi temsil eden Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nde Bölgeler Meclisi Başkanı olarak seçildi. Aynı zamanda Kongre’nin Türkiye’den tek Büro Üyesi ve Kongre Başkan Vekilidir.  Bu görevleri halen süren ve Mart 2019 yerel seçimlerinde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Soyer, evli ve iki kız babasıdır.

Cihan Çalık: İlk soruyla başlıyorum: 2019’da göreve geldiğiniz ilk altı ayda stratejik plan oluşturmak için çalıştınız. Bu plan içerisinde, İzmir’in ekolojik dönüşümüne odaklanacak başlıklar neler oldu? İzmir’in ekolojik sürdürülebilirliği için belirlediğiniz stratejiler ve uygulamalar nelerdir? Bu plan çerçevesinde, İzmir’in çevresel sağlığını ve ekolojik dengeyi güçlendirmek adına hangi adımları attınız? Kendinize 2019-2024 Stratejik Planı’nın ekolojik açıdan uygulanması noktasında nasıl bir puan verirdiniz?

Tunç Soyer: Aslında bu sorunuza cevaben, Kasım 2023’te çok kapsamlı bir rapor yayınladık. 2019 yılında seçim beyannamemizde yer alan 165 projenin değerlendirmesini yaptığımız bu raporda, 5 yıl boyunca İzmir’de doğayla uyumlu bir yaşam için yaptığımız çalışmaları “Doğayla Uyum” başlığı altında topladık. Bu bölümü de iki ana konu altında ele aldık. “Doğa” ve “Enerji”. Kitapçığımızı incelediğinizde göreceksiniz ki, toplamda 19 maddeden oluşan “Doğayla Uyum” vaatlerimizin yüzde 90’ınını gerçekleştirmiş bulunuyoruz.

Hepimiz görüyoruz ki, üzerinde yaşadığımız gezegen, dünyamız, artık hasta.

İklim krizi, kuraklık, yaşadığımız diğer felaketler bize şunu gösteriyor. Sebebi olduğumuz bu tabloyu değiştirmezsek, yarın diye bir şey yok.

O gelecek, kentlerin dünyası olacak. Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan bir rapora göre, 2050’de dünya nüfusunun üçte ikisi kentlerde yaşayacak. Türkiye için ise bu oran çok daha yüksek. Zira günümüz itibariyle ülkemizde nüfusun yüzde 75’inden fazlası kentlerde yaşıyor. Bu oranın 2050 yılına geldiğimizde yüzde 86’ya yükselmesi bekleniyor.

Bu şu demek oluyor. Yaşadığımız şehirleri, yeniden ekosistemin bir parçası olan, nefes alıp veren mekanlar haline getiremezsek, dirençli kentler inşa edemezsek, geleceğimiz tehlike altında.

Bu durum, sürdürülebilirlik ve dirençlilik açısından şehrimizin yeniden organize olması mecburiyetini beraberinde getiriyor.

Biz İzmir’da, dumanı kendinen önce görünen bu gemiyi fark ettik. İzmir’in geleceğini inşa etmek ve 50 yıldır halının altına süpürülen sorunları ortadan kaldırmak için elimizi taşın altına soktuk.

Bu doğrultuda yeşil altyapıyı Türkiye’de bir altyapı meselesi olarak benimseyen ilk belediye olduk. İzmir Yeşil Şehir Eylem Planı’nı hazırlayarak bu alanda Türkiye öncülük ettik. Doğayla Uyumlu Yaşam Stratejimizi belirledik. 2021-2030 yılları arasındaki 10 yıllık süreci kapsayan bu stratejiyi büyük bir kararlılıkla uygulamaya başladık.

Bu stratejimizle İzmir’de yalnızca kırsal alanları değil, kent merkezini de içeren kapsamlı bir yeşil altyapı hamlesi yaptık. İzmir’i doğamızla uyumlu bir yaşamı temel alan döngüsel bir kent haline getirmek bu yoldaki en büyük motivasyonumuz oldu.

İstedik ki İzmir, afetlere dirençli, iklim krizinin ve kuraklığın etkilerine dayanıklı bir yaşam alanı olsun…

Aradan geçen 5 yılda, söz verdiğimiz gibi doğasıyla uyumlu bir şekilde gelişen, dirençli bir İzmir inşa etmiş olmanın gururunu yaşıyoruz.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevim sona erse de, bu yolda ektiğimiz tohumların takipçisi olmayı sürdüreceğim.

Dilerim ki bizden sonraki yönetim de, yıllar süren titiz bir çalışmanın ürünü olan tüm projelerimizi benimser. İzmir’in doğasıyla uyumlu bir kent olabilmesi için başlattığımız seferberliği daha da ileri taşır.

Cihan Çalık: Temiz su hakkı etrafında şekillenen Suyun Peşinde Platformu ve sorumlu üretim ve tüketim farkındalığı alanında çalışan RevoCircle’ın sorularıyla devam ediyoruz: İzmir’deki doğal kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımı için hangi politikaları izlediniz ve bu politikalar su hakkı ile nasıl uyum sağladı? Atık yönetimi ve geri dönüşüm konularında hangi politikaları benimsediniz ve kentlilerin temiz su ve sanitasyon hakkını göz önünde bulundurarak nasıl adımlar attınız?

Tunç Soyer: Bu sorunuz gerçekten çok değerli. İklim krizi ve kuraklığın etkilerinin esponansiyel bir şekilde arttığı böyle bir dönemde bile, ülkemizde on yıllardır ısrarla sürdürülen yanlış su ve tarım politikaları uygulanmaya devam ediliyor.

Devlet Su İşleri’nin (DSİ) verilerine göre ülkemizdeki su kaynaklarının yüzde 77’si tarımsal sulamada kullanılıyor. En çok yüzde 10’u hanelerde, kalanı ise sanayide kullanılıyor. Bu veri kuraklıkla ve iklim krizinin etkileriyle mücadelede temel eksenin, tarımsal sulama alanında olduğunu gösteriyor.

Biz bu durumu değiştirmek için, İzmir’den Türkiye’ye ve dünyaya yeni bir şey söyledik. Dedik ki, “Başka Bir Tarım Mümkün”. Çünkü bugün yaşadığımız küresel krizlerin başlıca sebebi yanlış tarım uygulamaları.

Bu gerçekten hareketle, dünyaya ilham veren bir tarım programı geliştirdik. Bu programımızın adı: İzmir Tarımı.

İzmir Tarımı, “Başka Bir Tarım Mümkün” düşüncemizin izdüşümü olan, 360 derece bir döngüsel tarım stratejisi.

Kırsaldaki üreticilerin ekonomik zorluklardan dolayı ürünlerini sokaklara döktüğü, kentlerde yaşayan milyonların gıda güvenliğinin tehlike altında olduğu bir dönemde, tarıma bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.

İşte bu yüzden İzmir Tarımı Programımızın nihai hedefi, kuraklık ve yoksullukla aynı anda mücadele etmek.

Biz tarımı yalnızca tarlada başlayıp sonlanan bir zirai faaliyet olarak görmüyoruz. Tarımın tohumdan sofraya uzanan bütün aşamalarını inovatif bir yaklaşımla yeniden tanımlıyoruz.

Bu sayede şehrimizdeki milyonlar için kaliteli, sağlıklı ve uygun fiyatlı gıdayı teminat altına alırken, küçük üreticilerimizin de doğdukları yerde doyabilmesini sağlıyoruz.

İzmir Tarımı Programımızla, tarımı iki boyutlu “verim” paradigmasına hapseden konvansiyonel tarım anlayışının çok ötesine taşıdık. Onun yerine, tarımın doğduğu Anadolu topraklarının kadim öğretisi olan “bereket” felsefesini odağımıza aldık.

Bu felsefenin özünü yansıtan “kurda, kuşa, aşa” sözünden aldığımız ilhamla dünyaya yön verecek bir dönüşümün öncüsü olduk.

İzmir’in kırsal havzalarını yerel üreticilerin doğayla uyumlu bir şekilde üretebildiği, kültürel ve ekonomik olarak beslendiği ve tüm şehrin refahını artıran alanlar olarak yeniden tanımladık.

İlmek ilmek ördüğümüz Başka Bir Tarım Mümkün düşüncemizi, iklim krizine ve kuraklığa karşı dirençli stratejik ürünler üzerinde inşa ettik. Ekonomik değeri yüksek ve suyu az tüketen stratejik ürünleri destekledik ve tarımsal sulamada harcanan suyun en az yüzde 50 oranında azaltılmayı hedef olarak belirledik.

Yağışa veya etkili sulama yöntemlerine dayanan bu tarım modeli, İzmir genelinde ihracat yapılabilecek kadar yüksek niceliğe ve niteliğe sahip, iklimle uyumlu şu beş ürün sınıfı etrafında şekilleniyor:

-Yerli tohum ve ırklardan oluşan mera hayvancılığı

-Tahıl ve baklagiller

-Zeytin ve zeytinyağı

-Üzüm, incir ve badem gibi susuzluğa dayanıklı meyveler

-Kıyı balıkçılığı

Bu ürünlerin tamamı İzmir’in küçük üreticileri tarafından yüksek miktarlarda üretiliyor.

Bilimsel ve bütünsel yaklaşımlarla planlanmış altı ana ilke üzerine inşa ettiğimiz İzmir Tarımı ile kuraklıkla mücadele ederken aynı zamanda refahı arttırmayı başardık.

Altı ayaklı bu programımızı kısaca anlatmam gerekirse…

İşe ilk olarak İzmir’e özgü stratejik ürünleri destekleyerek başladık. Yüksek pazar değerine ve ihracat olasılığına sahip olan bu ürünlerin en önemli ortak özelliği, yağışla yetişen, minimum sulama gerektiren ürünler olması.

Bu kapsamda, Türkiye’de ilk mera hayvancılık destek projesi olan Mera İzmir Projesi’ni hayata geçirdik. Bu projenin en önemli çıktısı, Türkiye’nin ilk Çoban Haritası oldu. İzmir Tarımı Geliştirme Merkezimizde (İZTAM) yaptığımız yoğun çalışmalar ve saha ziyaretleri sonucunda, İzmir’in 30 ilçesinde 5117 çoban tespit ettik. Böylelikle, İzmir’in küçükbaş hayvan sütü potansiyelini gösteren Çoban Haritası’nı ortaya koyduk. Bu harita sayesinde belirlediğimiz ve hayvanlarını 7 ay veya daha fazla süre otlatan üreticilere, ürettikleri sütleri piyasanın iki katı bedelle satın alma garantisi sunduk.

2024 yılında çiğ küçükbaş hayvan sütü alım fiyatını yüzde 76 artırdık ve keçi sütünün litre fiyatını 30, koyun sütünün ise 37 lira olarak belirledik. Bu sayede, İzmir ekoloji bölgesinin ayrılmaz değeri olan koyun ve keçi sütünün ekonomiye yeniden kazandırılması sağladık.

Mera İzmir Projemiz sayesinde çobanlar boşaltmak zorunda kaldıkları ağıllarına, İzmir’in koyun ve keçileri ise şehrimizin dağlarına, meralarına geri döndü.

İzmir Tarımı’nın bir diğer ayağında ise üreticimize verdiğimiz destekleri artırdık.

Yerel üretici kooperatiflerinden doğrudan ürün satın alıyoruz. Küçük üreticinin örgütlü gücünü büyütmeyi hedeflediğimiz bu ilkesel kararımızla, İzmir’in döngüsel ekonomisini büyüterek, şehrin refahını ve adaletini çoğalttık.

Küçük üreticilerden satın aldığımız ürünleri ise ekonomik olarak dezavantajlı vatandaşlarımıza ulaştırdık. Böylece kırsal ve kentsel alanlar arasında güçlü bir köprü kurduk. Bu ürünleri her biri bir Cumhuriyet kalesi olan fabrikalarımızda, Ödemiş Et Entegre Tesisimizde ve Bayındır Süt Fabrikamızda işledik. “İzmirli” markası altında “Halkın Bakkalı” ve “Halkın Kasabı” şubelerinde İzmirlilere sunduk.

Diğer yandan İzmirli markamızı dünya pazarına ulaştırarak küçük üreticimizin emeğine, topraklarımızın bereketine sahip çıktık.

Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim… Çünkü “Başka Bir Tarım Mümkün” diyerek başlattığımız bu hareketin her adımını takip etmek ve geliştirmek için Sasalı ilçemizde İzmir Tarımı Araştırma Merkezimizi kurduk. Burada şeffaf bir şekilde attığımız her adımı değerlendiriyor ve nasıl daha ileriye taşıyabiliriz diye sorguluyoruz.

Nihayetinde kurduğumuz bu sistemin sürekli olarak gelişime açık ve kendi kendine yetebilen bir tarım ekonomisi modeli olmasını sağladık.

Tıpkı doğada olduğu gibi…

İzmir’de doğamızla uyumlu bir yaşama güç katan ve su hakkı konusunda çığır açan, çok değerli bir projemiz daha var. Sünger Kent İzmir Projemiz.

Bu projemizle hem kırsalda hem de kent merkezinde yağmur sularını depoluyor, yer altı sularına yeniden kazandırıyoruz.

Kente düşen yağmuru değerlendirip yeniden doğal su döngüsüne iade etmek için İzmir’deki 5 bin binaya 5 bin yağmur suyu deposu dağıttık. Sünger Kent yaklaşımımızla, İzmir’in çatılarını, kent içi yollarını, sokaklarını, kaldırımlarını, parklarını kısacası kentin her bir noktasındaki yağmur suyunu değerlendirdik.

Projemizin nihai hedefi İzmir’in kentsel alanlarındaki yağmur suyu akışını yüzde 70 oranında azaltmak.

İzmir’in iklim krizine ve kuraklığa dirençli kent vizyonunu büyüten örnek projelerle, yağmur suyu toplama ağımızı güçlendiriyoruz.

Temiz su hakkıyla ilgili olarak da şunu söylemek isterim…

Biz suyu, yararlanabileceğimiz, üzerine barajlar yapabileceğimiz, dilediğimiz gibi geleceği düşünmeden kullanabileceğimiz bir kaynak olarak görmüyoruz.

Su hepimize ve her şeye aittir. Koşuyor ve konuşuyor olmamızda, düşüncelerimizde ve ürettiklerimizde, gülüşümüz ve gözyaşımızda suyun izi vardır. Yaşam suda başlayıp serpilmiş, dünyadaki tüm varlıklar suyla birbirine bağlanmıştır.

Su olmazsa yaşam da olmaz.

Dolayısıyla su hakkı meselesi de İzmir’de en çok önemsediğimiz konuların başında geliyor. Bu kapsamda görev sürem boyunca, 4 milyar liralık yatırımla 3 bin 90 kilometre içme suyu şebekesi inşa ettik ve eskiyen tüm altyapıları yeniledik.

İl genelinde 6’sı paket olmak üzere toplam 11 adet içme suyu arıtma tesisi kurduk ve kentimizin içme suyu arıtma kapasitesini yıllık 30 milyon metreküp artırdık.

Bugün İzmir’in musluklarından akan suyun içilebilir nitelikte olması bizim için en büyük mutluluklardan biri.

Sorunuzda İzmir’de geri dönüşüm ve atık yönetimi alanında yaptıklarımızı, bu konularda hangi politikaları geliştirdiğimizi de öğrenmek istediğinizi ifade etmiştiniz.

İzmir’de geri dönüşümü sıfır noktasından başlattığımız çok kapsamlı bir dönüşüm programımız var. Bu programımızın adı İzDönüşüm. Şehrimizin döngüsel ekonomisini büyütmeyi odağımıza aldığımız bu projemizle, yalnızca atıkları dönüştürmekle kalmadık. Aynı zamanda atık toplayıcısı vatandaşlarımızın yaşamlarını da dönüştürdük.

İzmir’e bir Cumhuriyet eseri olarak kazandırdığımız İzDönüşüm Tesisimiz, bu projemizin taşıyıcı kolonu. Tesisimizde türlerine göre ayrıştırılan atıkları geri dönüşüm halkasına dahil ediyoruz. Bu sayede hem atıkların doğayı kirletmesini önlüyor hem de atıklardan kazanç elde ediyoruz.

Tesisimiz kısa süre içinde İzmir ekonomisine yaklaşık 10 milyon liralık katkı sağladı. Bu tesisimizde çalışması, atıkların toplanması ve ayrıştırılması için 30 sokak toplayıcısı vatandaşımızı, belediyemiz bünyesinde istihdam ettik. Burada ayrıca kooperatifler kurulmasına ve kooperatif personellerinin sigortalı olarak çalışmasına olanak sağladık. Atıkları ambalaj atığı toplama ve ayrıştırma tesisimizde geri dönüşüme kazandırırken, geçim derdiyle boğuşan ve zorlu çalışma koşullarında çalışan vatandaşımıza bu projenin çeşitli ayaklarında iş imkanı sağladık.

İzDönüşüm’de işe başlayan atık toplama ve ayrıştırma çalışanları, artık çöp kutularını karıştırmak zorunda kalmadan, daha hijyenik koşullarda, sabit bir maaş ve sigorta ile çalışıyor.

Cihan Çalık: Sıradaki sorum kent hakkı kavramı etrafında örgütlenen Kapsayıcı Kentler Platformu tarafından size yöneltiliyor: Kentsel yeşil alanların artırılması ve kentlilerin doğaya erişim hakkının korunması için hangi stratejileri uyguladınız? Ayrıca, kent hakkı kavramıyla uyumlu olacak şekilde nasıl bir planlama yaptınız?

Tunç Soyer: İçinde yaşadığımız şehirler artık ne yazık ki bir yaşam alanı olma özelliğini yitirmiş durumda. Bunun en temel sebebi kentsel ve kırsal alanlar arasında derin bir uçurum oluşmuş olması.

Biz İzmir’de bu durumu ortadan kaldırmak için Yaşayan Parklar projemizi başlattık. Kent merkezi ile kırsal alanlar arasındaki ekonomik, ekolojik ve kültürel bağları güçlendirdiğimiz bu örnek projeyle, kırsal alanların kente nüfuz etmesini sağlıyoruz. İzmir’in doğal bitki örtüsünü kullandığımız bu parklarımızı iklim krizine ve kuraklığa dirençli alanlar olarak tasarladık.

Ve İzmir’i Yaşayan Parklarla donatacağımıza söz verdik.

Bugüne kadar Olivelo Yaşayan Parkı, Fırat Yaşayan Parkı, Güney Gediz, Orta Gediz, Mavişehir Balıkçı Barınağı ve Meriç Yaşayan Parkılarımızın açılışlarını gerçekleştirdik. 27 Mart’da da Kovan Kayası Yaşayan Parkımızı açarak İzmir’e armağan ediyoruz. Bu parkımızla beraber 5 yılda açtığımız Yaşayan Park sayımız 7’ye yükseliyor.

Her bir Yaşayan Parkımız, ekosistemin korunması, tarımsal üretim ve toplumsal etkileşim olmak üzere üç ana amaca hizmet ediyor.

Yaşayan Parklarımızda düzenlediğimiz kuş gözlem etkinlikleri, çocuklara yönelik aktiviteler ve turlarla hemşerilerimizin güvenli ve huzurlu bir İzmir’de yaşamasını sağlıyoruz. İzmirliler yasayanparklar.org adresi üzerinden veya sosyal medya hesaplarımızı takip ederek bu etkinliklerden haberdar olabiliyor.

Yaşayan Parklar Projemizle paralel olarak şehir planlamasının ana odak noktasını şehir merkezinden geçiş koridorlarına ve kırsal alanlara kaydırmaya başladık. Bu ekolojik koridorlara İzMiras Rotaları adını verdik.

Bu rotalar sayesinde, şehir merkezi ile bitişik doğal alanlar arasında kesintisiz bir bağlantı sağladık. İzMiras Rotalarımızı aynı zamanda İzmir’i çepeçevre saran Yaşayan Parklarımızı birbirine bağlayan yaşam koridorları olarak planladık.

İzMiras Rotaları, şehir merkezi ile doğal alanlar arasında kesintisiz bir bağlantı yarattığı için özel bir öneme sahip. 7 adet İzMiras Rotası geliştirdik. Bu rotalar, İzmir Körfezi’ni çevreleyen İzmir Deniz Kıyı Rotası tarafından birbirine bağlanıyor.

Bu rotalarımızla şu dört temel hedefimize ulaştık. Doğanın kente nüfuz etmesi, insanların kırsal alanlara doğayla uyumlu bir şekilde erişmesi, döngüsel ekonominin gelişmesi, kentsel ve kırsal alanlar arasında ekonomik ve kültürel ilişkilerin güçlenmesi…

Diğer yandan Acil Çözüm Ekibimizin yürüttüğü çalışmalarla da vatandaşlarımızın talepleri doğrultusunda birçok park açılışı gerçekleştirdik. Limontepe Şehit Piyade Astsubay Üstçavuş Yahya Efiloğlu Meyve Parkı ve Konak Metin Oktay Parkı başta olmak üzere Buca, Bayraklı, Bornova, Konak, Çiğli ve Karabağlar ilçelerimizde mevcut parkların bakım onarım çalışmalarını yaptık.

İçerisinde doğa temelli terapi programları ile çocuklar için öğrenme aktivite alanlarının da bulunduğu Türkiye’nin ilk hortikültürel terapi bahçesi olan ve 32 bin 500 m²’lik alana sahip İnciraltı Terapi Bahçesi’ni açtık.

Şehir merkezinde ve kent merkezinin etrafında bugüne kadar atıl kalmış olan alanları, vatandaşlarımızın doğada sevdikleriyle güzel zaman geçirebilecekleri yaşayarak öğrenme alanları olarak şehrimize kazandırdık.

Çünkü biliyoruz ki İzmir’de refahı artırmanın, onu adil bir şekilde paylaşmanın yolu, şehrimizin sağlıklı, doğal alanlarını artırmaktan ve bu alanlara erişimi güçlendirmekten geçiyor.

Bu doğrultuda 5 yıl boyunca, Yaşayan Parklarımızla, İzMiras Rotalarımızla, Acil Çözüm Ekibimizin yürüttüğü çalışmalarla, doğa ile uyumlu, dirençli, refahı yüksek ve aynı zamanda biyolojik çeşitliliğini koruyan döngüsel bir şehir inşa etmeye yönelik adımlar attık.

Tüm bu çalışmalarımız neticesinde İzmir’de kişi başına düşen yeşil alan miktarını 16 metrekareden 30 metrekareye çıkardık. Bu rakamı neredeyse 2 kat arttırdığımıza dikkatinizi çekmek isterim.

Cihan Çalık: Işık kirliliği ile mücadelen eden Gökyüzünü Göremiyoruz Platformu ve temiz hava hakkını savunan Havamız Olsun Platformunun ortak sorusunu size yöneltmek istiyorum: İzmir’in temiz hava hakkını korumak ve hava kirliliği ile mücadele etmek için hangi politikaları önceliklendirdiniz? İzmir’den gökyüzüne baktığımızda, yıldızları bu beş yılın ardından daha berrak görebiliyor muyuz?

Tunç Soyer: Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, havamız, suyumuz, gıdamız hiç olmadığı kadar tehlike altında. Üzerinde yaşam olduğunu bildiğimiz tek gezegen, dünyamız artık hasta.

Bununla birlikte, varlığımızı bu gezegen üzerinde sürdürme konusunda samimi ve kararlı isek, olağandışı adımlar atmaya kendimizi zorlamalıyız. Şehirlerimizi yaşam ağının ayrılmaz bir parçası olarak işlev gösteren alanlar olarak geliştirmek için cesur olmalıyız.

İşte biz İzmir’de bu yaklaşıma “Döngüsel Şehircilik” adını verdik.

Bu yaklaşımın temeli, 2021 yılında İzmir’de ev sahipliği yaptığımız Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Kültür Zirvesi’nde, dünyadaki yaşamı yeniden üretmek için ürettiğimiz “Döngüsel Kültür” kavramına dayanıyor.

Biz kültürü, binayı bir arada tutan harç veya kökler ile ağaç dallarını birleştiren su damlaları gibi birleştirici bir unsur olarak ele alıyoruz.

Çünkü hayatlarımızda ne yaparsak yapalım, şehircilik, bilim, sanat veya siyaset olsun, fark etmez, kültür hepsinde mevcuttur. Kültür, her şeyi bir arada tutan harç, hayatın özüdür. Bu nedenle, döngüsel kültürü döngüsel şehirciliğin özü olarak kabul ediyoruz.

Döngüsel kültür, dört temel ayak üzerinde yükseliyor. Doğa ile uyum, birbirimizle uyum, geçmişle uyum ve değişimle uyum. İzmir’de attığımız her adım bu dört temel ilkeye dayanıyor.

Bu yaklaşımımızın ana fikirlerinden biri şu: Doğa, insanlığın merkezde olduğu bir “çevre” değil. Hayatın kendisidir. Bugün yaşadığımız krizler gösteriyor ki, doğayı bir bütün olarak kucaklayan şehirler geliştiremedik.

Buradan çağımızın çoklu krizleri doğdu: İklim krizi, biyolojik çeşitlilik krizi, plastik krizi… Sizin sorunuzun da özneleri olan hava kirliliği, ışık kirliliği ve diğerleri. Ülkemiz de bu krizlerden nasibini fazlasıyla aldı.

Dünya çapında 134 ülkenin hava kirliliği değerlerinin analiz edildiği 2023 Dünya Hava Kalitesi Raporu’nda, hava kirliliği sıralamasında ülkemiz 44’üncü sırada. (BBC Türkçe’de 19 Mart 2024’te yayınlanan bir haberden alındı.)

İzmir’de bu tabloyu tersine çevirmek için çok kapsamlı bir plan geliştirdik. Belediye şirketimiz İzEnerji’yi bu planı uygulayan ihtisas sahibi bir merkeze dönüştürdük.

İklim krizine karşı yerel yönetim vizyonu ve eylem planlarıyla fark yaratan Belediyemiz, 377 şehir arasından Avrupa Birliği’nin İklim Nötr ve Akıllı Şehirler Misyonu’na seçildi. İzmir “iklim nötr” çalışmalarını, misyon platformu NetZeroCities ile koordineli bir şekilde yürüttük.

Bu amaçla Küresel İklim Topluluğu (KİT) kuruldu ve KİT çalışmaları İzEnerji bünyesinde sıfır karbon hedefi doğrultusunda yürütülüyor.

Yerel, ulusal ve uluslararası destekleyicileri ile koordineli olarak en geniş iklim ağını oluşturmayı amaçlıyoruz. Böylece İzmir’in 2030 yılına kadar karbon salımını sıfırlama hedefine yönelik katılımcı bir yol haritası geliştirdik.

Bu yol haritası kapsamında Yeşil Dönüşüm Programı’nı başlattık. İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZSU, ESHOT ve tüm iştirak şirketlerine “Yenilenebilir Enerji Kaynak Sertifikalı” elektrik enerjisi tedariki için İzenerji bünyesinde kurduğumuz İzetaş şirketimiz tarafından EPDK elektrik tedarik lisansını aldı.

Bu şirketimiz üzerinden enerji alımını, yenilenebilir kaynak sertifikalı olarak sağlamaya dönük çalışmalar yürütüyoruz.

Diğer yandan İzmir’i demirağlarla örerek, şehrimizdeki bireysel araç kullanımını ve dolayısıyla fosil yakıt kullanımını azalttık.

Narlıdere Metromuzu, Çiğli Tramvayımızı açtık. İzmir tarihinin en büyük yatırımını gerçekleştirdiğimiz Buca Metromuzda ise çalışmalarımız harıl harıl sürüyor.

Çünkü havamızı en çok kirleten sebeplerin başında fosil yakıtlar geliyor.

Yine bu doğrultuda, şehrimizdeki fosil yakıt kullanımını azaltmak amacıyla ESHOT filomuza 20 elektrikli otobüs aldık ve bunları GES projelerimizle entegre ettik. 2024 yılı içinde ise 400 elektrikli otobüs alımı yapılması için gerekli planlamaları yaptık ve uluslararası yatırım kredisi tedarik etmek için başvurularımızı yaptık.

Belediyemizin tesislerinde güneş enerjisi kullanımına öncelik verdik. Belediyemizin hizmet binalarının çatılarına GES kurulumları yaptık. Bu yapılar tükettiği enerjiyi güneş enerjisinden karşılar hale geldi.

Halihazırdaki güneş enerjisi santrallerimizle birlikte elektrik enerjisi üretim miktarını toplamda 2.5 Milyon kWh seviyesine ulaşıyor. Bu sayede İzmir’de 1.155 ton karbon salınımının önüne geçtik

Tüm bunları değerlendirdiğimizde 5 yılın ardından, İzmir’de hava kirliliğinin ve ışık kirliliğinin büyük ölçüde azaldığını verilerle ortaya koyabiliyoruz.

Cihan Çalık: Sıradaki soru, Flamingoları İzliyoruz gönüllüleri tarafından geliyor: İklim değişikliği ile mücadelede İzmir’in rolünü artırmak için hangi politikaları önceliklendirdiniz? Bu politikalar, biyoçeşitliliğin sürdürülebilirliğine nasıl bir katkı sağladı?

Tunç Soyer: Bu sorunuza cevap vermek için az önce girizgah yaptığım döngüsel şehircilik kavramını biraz daha açmam gerekiyor.

5 yıl boyunca İzmir’de döngüsel kültürün ayaklarını kapsayan, yeni bir şehircilik programı tanımladık. Bu program neticesinde İzmir, 12 Haziran 2021 tarihinde İtalya’da düzenlenen Uluslararası CittaSlow Derneği Genel Kurulu’nda dünyanın ilk CittaSlow Metropolü ilan edildi.

CittaSlow Metropol, bir metropolü küçültme veya geçmişe dönme projesi değil. Tam aksine, CittaSlow Metropol, iklim krizi çağında geleceğin şehirlerini inşa etmek için İzmir’i öncülük ettiği bir proje. Benim tabirimle bir “iyilik hareketi”.

Bu hareketin başlangıç ​​noktasını şu şekilde özetleyebilirim: Şehirlerimizi tekrar dinlenebileceğimiz bir yuva haline dönüştürmek.

Bunu başarmak için, döngüsel şehirciliği büyütmemiz ve çabalarımızı birleştirmemiz gerekiyor.

Bu nedenle Akdeniz’in kalbi İzmir’den dünyaya bir çağrı yaptık. Döngüsel Kültürlü Şehirler İttifakı’nın kurulması için öncü bir rol üstlendik. Böyle bir ittifak, şehirlerimizi insanların ve yaşam ağının tamamının nefes alabileceği mekanlara dönüştürme yolundaki yerel, bölgesel ve küresel çabalarımızı ciddi şekilde ilerletebilir ve sinerji sağlayabilir.

Çünkü küresel krizleri çözmeye yönelik münferit çabalarımızın tek başına işe yaramayacağı açık.

Eylemlerimiz arasındaki uyum, doğa ile uyum kadar önemli. Bu nedenle, Akdeniz’den başlayarak küresel bir “Döngüsel Kültüre Sahip Şehirler İttifakı” kurulmasını önemsiyoruz.

Bu ittifakın temel düşüncesi şu:

Artık “ne yapmalı” sorusunu sormak yeterli değil.

Çağımızın gerçekleri için daha uygun olan soru “Nasıl?”

Yaptığımız her işte bu soruyu sormalıyız. Nasıl sorusuna cevabımız ise “doğayla uyum içerisinde” olmalı.

Çünkü doğayla uyum içinde olan farklı bir kültür geliştirmeden gezegenimiz için daha iyi bir gelecek inşa edemeyiz.

Hem iklim krizi ve kuraklıkla mücadele etmek, hem de dünyamızın içinde bulunduğu durumdan çıkışı için bir yol haritası belirlemek için öncü olduğumuz Citta Slow Metropol ve Döngüsel Kültürlü Şehirler Ağıyla, yeryüzündeki yaşam döngüsünü korumak için yeni bir hayat tarif ediyoruz.

İzmir’in yolculuğu, diğer tüm şehirler için bir örnek oluşturacak. İklim krizine ve kuraklığa dirençli bir yaşam hedefi olan tüm şehirler, dönüşüm haritalarını oluşturmak için İzmir’i bir deneyim merkezi olarak görecekler.

Cihan Çalık: Ekoloji ve yerel katılımı merkeze alan Yeşil Katılım Derneği’nin sorusunu yöneltiyorum: Küçük Menderes, Bakırçay, Gediz gibi tarım havzalarında nasıl bir politika izlediniz? Üreticiler için yerel teşvikler sağladınız mı? Agro-turizm yönelik gerçekleştirdiğiniz projeler hakkında neler aktarabilirsiniz?

Tunç Soyer: Bugün yalnızca İzmir’in değil, ülkemizdeki bütün tarım havzalarının en büyük sorunu kuraklık.

Bunun en temel sebebi ise yanlış tarım politikaları sonucunda belirlenen yanlış ürün deseni.

İklim krizinin ve kuraklığın etkilerini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz böyle bir dönemde bu akıl almaz bir durum.

Ne yazık ki, bizden önceki yönetimler silajlık mısıra dayalı büyükbaş üretimini bilhassa Küçük Menderes’te teşvik etmiş. Birçok bilimsel rapora göre bu sürdürülemez bir üretim çünkü aynı zamanda GDO’lu mısırın aşırı su tüketimi nedeniye yeraltı suları yüzlerce metre derine indi ve suyu o kadar derinden çekmek için çiftçinin gücü elektrik parasına yetmiyor. O yüzden İzmir’de muhakkak mera hayvancılığının ve İzmir meralarına uygun keçi ve koyunun desteklenmesi şart.

Sohbetimizin başında, “Başka Bir Tarım Mümkün” hareketimizle tarımsal sulamada su kullanımını yüzde 50 azaltmayı odağımıza aldığımızı aktarmıştım.

Bu hareketimizin bir izdüşümü olarak İzmir’in tarımsal havzalarında büyük bir dönüşüm başlattık.

Yer altı sularının her geçen gün biraz daha çekilmesine neden olan silajlık mısıra dayalı büyükbaş hayvancılık yerine, yerli koyun ve keçi ırklarıyla yapılan küçükbaş hayvancılığı destekledik.

Buna ilaveten sadece Küçük Menderes Havzası’nda dev bir yatırım hamlesi yaptık. Küçük Menderes Nehri’nin yeniden tertemiz akabilmesi için atık su artırma tesisleri açtık.

Havzada kuraklığın açtığı yaraya merhem olmak için Türkiye’nin ilk biyolojik sızdırma göletini Ödemiş ilçemizde hizmete aldık.

Küçük Menderes Ovası Yağmur Suyu Hasadı projemizle besleme kuyuları, sızdırma sarnıçları ve göletleri kurarak yağmur suyu hasadı yapıyoruz.

Diğer yandan agro turizm ilgili sorunuza cevaben şunları söylemek isterim.

Agro turizm bizim “Başka Bir Tarım Mümkün” hareketimizin temel yapı taşlarından biri. Bugün dünya genelinde, tarım sadece üretimle ilişkilendirilen bir faaliyet olmanın çok ötesinde, sosyal ve kültürel yönüyle ele alınıyor.

Bu geniş ekosistem, özellikle tarım turizmi alanında birçok alanda çeşitli yan ekonomiler ve gelir akışları yaratıyor.

İşte bu yüzden agro turizm çalışmalarımızla çiftçilerimizin yıl boyunca ek gelir elde etmelerine olanak sağlıyoruz.

Cihan Çalık: Anayasada değişikliğinin tartışıldığı şu günlerde, ekoloji kavramının hukuki boyutta kendine yer edinmesi için çalışan Anayasada Ekoloji Platformu size şöyle bir soru yöneltiyor: Sayın Soyer’in önümüzdeki dönemde parlamentoda görev aldığını varsaydığımız bir tabloda, olası bir anayasa değişikliği gündeme gelirse, ekolojiden yana nasıl bir tavır alacak? Az da olsa dünyada örneği var: Nehirler ve ormanlar gibi tabiat unsurları bir tüzel kişilik olarak var olabilecekleri bir kanun teklifi hazırlar mı, imzacısı olur mu?

Tunç Soyer: Elbette. Doğanın bir hak öznesi olarak tanımlanmadığı bir demokrasi anlayışı zaten düşünülemez. Haklarını insanlığın hukuk sisteminde savunamayan bütün canlıların, bütün varlıkların sesi olmak için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Bana sorarsanız bu içimizdeki vicdan terazisinin yegane göstergesidir.

Bir toplumda haklarından mahrum edilenler, kendi haklarını savunmak zorunda kalıyorsa orada adalet bitmiş demektir.

Bu yüzden demokrasinin ruhunda bir nüve olarak doğa haklarının bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Fakat artık bunun ötesine geçerek, doğanın da bir hak öznesi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Doğanın haklarını, iklim mücadelesi başta olmak üzere yeni demokrasinin tarifi içine koymak zorundayız.

Doğa, tüketilecek bir kaynak veya çevre değil; yaşamın özüdür. Bütün varlıklar için evrensel uyumun kaynağıdır.

Biz İzmir’de, demokrasiyi tanımlarken doğayı dışarıda bırakmayan yeni bir demokrasi kavramından bahsediyoruz. Bu kavramın adı, Ekolojik Demokrasi. Ekolojik Demokrasi’ye göre doğa, tüketilecek bir kaynak değil, tam tersine döngüsel şehir ve döngüsel ekonomi modellerinin temelini oluşturuyor. Çünkü ekoloji ve ekonomi arasında basit bir ses benzerliğinden çok daha güçlü bir bağ var. Ekosistemi korumadan, ekonomide de kalıcı bir gelişme sağlamamızın mümkün olmadığını görüyoruz.

Ekolojik Demokrasi yaklaşımıyla, bütün canlılar ve varlıklar için adil bir yaşamı sağlamak adına, dünyadaki dönüşüme öncülük eden çok değerli çalışmalarımızı hayata geçirdik.