Son Haberler
Tunacan Soruyor: Ceren Bozkurt
Tunacan Atalay: Tarih alanındaki eğitiminizi Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde tamamladınız. Tarih biliminin, özellikle de yemek tarihi üzerine odaklanmanızın ardındaki motivasyon neydi? Bu alan, sizin için kişisel bir ilgi mi yoksa toplum için daha geniş bir misyonun parçası mı?
Ceren Bozkurt: Öncelikle bu güzel davetiniz için çok teşekkür ederim. Lise yıllarında başlayan gastronomi merakımı, lisansta seçtiğim tarih eğitimi ile birleştirmek; üniversitenin başlarında ateşi yakan kıvılcımlardan biriydi. Özellikle Türkiye’de var olan tarih eğitiminin, özellikle siyasi ve askeri tarih odaklı olması; bu alana olan ilgimi daha çok kamçıladı. Tarımın, yani medeniyetin başladığı yer olan Anadolu’da; yemek kültürü ve tarihi ile ilgili yapılan çalışmaların sınırlı ve kısıtlı olmasının bir haksızlık olduğuna kanaat getirdim.
Avrupa’da, Amerika’da “yemek çalışmaları, yemek tarihi” özelinde araştırmacılar yetişirken, Türkiye’de durum maalesef böyle değil. Bu sebepse sadece kişisel bir merak demek, sanıyorum bencillik olur. Zengin mutfak mirasımızı kayıt altına almak ve bu alanda araştırmalar yapmak, bundan çok daha ötesini hak ediyor.
T.A.: 2021 yılında kurduğunuz “tarihvetarif.com” blogu ile dikkat çektiniz. Bir tarihçi olarak dijital platformlarda içerik üretmenin zorlukları ve avantajları neler oldu? Blogunuzun okuyucuları üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
C.B.: 2021 yılında, yemek tarihi ve kültürü alanında yaptığım -akademik ya da değil- tüm çalışmaları paylaşmak amacıyla kurduğum tarihvetarif.com; açıkçası beklemediğim kadar fazla kitleye ulaştı ve ulaşmaya devam ediyor. Yemek tarihi ve kültürünün sadece akademide sınırlı kalmaması, toplumun bilinçlenmesi için ve aslen yemek tarihi hakkında var olan dezenformasyonları önlemek amacıyla giriştiğim bu oluşumun; “yemek tarihi”ni görünür kıldığını düşünmekteyim. En güzel yorumlar ise genel olarak, “sıkıcı” olarak değerlendirilen tarihin aslında ne kadar zevkli olduğunu gösterdiğim için yapılan teşekkürler!
T.A.: Yemek tarihi üzerine yazarken karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdir? Bu süreci nasıl yönetiyorsunuz ve okurlarınıza hangi mesajları vermeyi hedefliyorsunuz?
C.B.: Yemek tarihi ile ilgili kaynaklar, herhangi bir belgenin içerisinde olabilir. Bir not defterinde, mutfak muhasebe defterlerinde, bir yazıtta, bir seyahatnamede; romanda, şiirde. En büyük problem kaynak yahut bir iz bulmak. Samanlıkta iğne aramak belki daha kolay olabilir! Multidisipliner okumaların çok önemli olduğu bu alanın belki de en çok uğraştırıcı kısmı bu olabilir. Edinilen her kaynağa titizlikle yaklaşmak, yemeğin birbirinden farklı anlamlarının olduğunu kabul etmek; ekonomi, siyaset, sosyoloji, psikoloji, edebiyat gibi alanlarla yakın temasını gözetmek; yemek tarihi için olmazsa olmaz.
T.A.: Sıra geldi yeni girişiminize yani Sürdürülebilir Mutfak Ağı’na… Bu ağı kurarken ilham aldığınız kaynaklar veya olaylar nelerdi?
C.B.: 21. yüzyılın en trend, en çok kullanılan terimlerinden biri “sürdürülebilirlik.” Bu kavram, çoğunlukla ekolojik olarak karşımıza çıksa da, sürdürülebilirlik, hayatın her alanına adapte edilmesi zorunlu hale gelen; aslında ve esasında hayatımızı kolaylaştıracak bir tür toplum sözleşmesi.
İçerisinde bulunduğumuz coğrafya, yani Anadolu coğrafyasının yemek kültürünün kökeninde yüzyıllar; hatta bin yıllardır sürdürülebilirlik bulunuyor. Sadece ismi değişik: İsraf, tasarruf, biri bin etme; ziyan etmeme bu kültürün yemek kökenlerinin temeli. Yani bizim esasen alışık olduğumuz bir kavram. Bunun en büyük sebebi ise, Anadolu mutfak kültürünün bir tür yokluk mutfağı olması. İnsanların yokluk zamanlarında edindikleri mutfak pratikleri, bize geçmişten gelen ve geleceğimizi şekillendiren bir miras.
T.A.: Kuruluşunuzun amacını, küresel sürdürülebilirlik hareketi içerisindeki yerini nasıl tanımlarsınız?
C.B.: Sürdürülebilir Mutfak Ağı’na başlama hikayemiz ise şöyle, Yemek tarihçisi olarak, mutfak kültürümüzün yaşadığı erozyonu önlemek için yaptığım çalışmalar; beni kültürel sürdürülebilirlik alanına yönlendirdi. Geleneksel mutfak uygulamalarının ve tariflerin kaybolmasının önüne geçmenin en yararlı yolunun sürdürülebilirlik ilkeleriyle bağlaştığını fark ettim. Yemek, topraktan sofraya, üreticiden tüketiciye bir bütün. Kolektif bir çalışmanın en lezzetli hali olan gastronomi, 21. yüzyılın gereklerine uygun olarak; zaten beraberinde sürdürülebilirliği getiriyor. Sürdürülebilir Mutfak Ağı, çiftçiden pazarcıya, pazarcıdan şefe, şeften tüketiciye; gıdayla haşır neşir olan kolektif bir yapılanmayla besleniyor. Toprağın korunduğu, üreticinin ve tüketicinin haklarının gözetildiği, temiz ve adil gıdaya ulaşmak; Sürdürülebilir Mutfak Ağı’nın en önemli ilkelerinden biri.
Çünkü Sürdürülebilir mutfak ağı, ekolojik, ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmak için işbirliği ve dayanışma üzerine kurulmuş bir sistem. Bu ağ, gıda üretiminden tüketimine kadar tüm süreçlerde sürdürülebilir uygulamaların benimsenmesini teşvik ediyor ve kültürel sürdürülebilirliğe önemli katkılarda bulunuyor. Restoranlar, şefler, çiftçiler, tedarikçiler ve tüketicilerin birlikte çalışması, sürdürülebilir bir gıda sisteminin oluşturulmasında kritik bir rol oynuyor.
T.A.: Mutfak kültürünü ekolojik, sosyal ve kültürel boyutlarda sürdürülebilir kılmak gibi geniş bir hedefiniz var. Bu hedeflerinizin pratikte uygulanabilirliğini nasıl sağlamayı planlıyorsunuz?
C.B.: Bu soru çok boyutlu ve katmanlı yanıtlar içeriyor. Aklımızda birçok proje var. Nitelikli bir ekip var ve hep birlikte sıkı çalışıyoruz. Ekolojik sürdürülebilirlik için ticaret odaları, ziraat odaları, ticaret borsaları gibi kurumlarla paydaşlık yaparak çiftçi ve tarım işçilerinin bilinçlendirilmesinden, Tarım ve Orman Bakanlığında sürdürülebilirlik lehinde taraf tutarak lobi faaliyetleri yürütmeyi planlıyoruz mesela. Böylece,
Somut olmayan kültürel miras olarak değerlendirilen yemeğin, zaman içerisinde hem malzeme hem de yöntem açısından değiştiğini izleyebiliyoruz. Biz, kültürel sürdürülebilirlik adına, gücümüz yettiğince bu değişimleri belgelemek istiyoruz. Bu belgeleme bize, sadece yemeğinin tadının nasıl değiştiğini değil; sosyal, ekonomik ve ekolojik değişimi de göstereceğini biliyoruz.
Sosyal boyutta ise işletmecilerin ve şeflerin tedarik, üretim ve satış/sunum esnasında sürdürülebilir yöntemler izlemesi için şeffaf ve açık bir taahhütte bulunmaları için yakın zamanda bir projemizi hayata geçireceğiz. Bu taahhüdü veren işletmeleri ise internet sitemiz üzerinde listeleyeceğiz.
Çok da detay vermiyorum projelerle ilgili, sürprizi kaçmasın… Kısa zamanda gönüllü ekibimizle birlikte projelerimizi olgunlaştırıp lansmanlarını yapacağız.
Ekolojik Anayasacılık ve Türkiye
Gezegenimiz artık geri dönülmez bir noktada. Küresel ısınmanın etkileri, her geçen gün daha da yoğunlaşıyor; fırtınalar, aşırı sıcaklar ve yükselen deniz seviyeleri hayatımızı tehdit eder hale geldi. Ancak bu felaketler, insan eliyle yaratıldı. Sanayi devriminden bu yana atmosfere salınan milyarlarca ton sera gazı, doğal dengeleri altüst etti ve dünyayı hızla ısınmaya zorladı.
Mercan resiflerinin toplu ölümleri, deniz ekosistemlerini tehdit ediyor. Permafrostun çözülmesi, atmosfere büyük miktarda karbon salarak küresel ısınmayı hızlandırıyor. Grönland ve Batı Antarktika buzullarının erimesi, deniz seviyelerinin yükselmesine ve küresel hava akışlarının bozulmasına yol açıyor. Amazon yağmur ormanlarının yok olması ise biyoçeşitlilik kaybı ve iklim dengesinin çökmesi anlamına geliyor. Bu olaylar, dünyanın geri dönülmez bir noktaya doğru ilerlediğini gösteriyor.
Bu geri dönülemez noktaya ulaşmadan önce her ülke kendisine düşen görevi yerine getirmelidir. Bu görevlerden ilki ise ekolojik bir anayasa yapmaktır. Anayasa, bir devletin temel hukuk kurallarını ve siyasi yapısını belirleyen en yüksek yasa olduğuna göre, en temelden başlayarak sorunları çözmek en mantıklı çözüm ve dünyada bu adımları atan ülkeler halihazırda bulunmakta. Bolivya, Cezayir, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, Fildişi Sahili, Küba, Tayland, Tunus, Venezuela, Vietnam ve Zambiya, anayasa değişikliğine giderek bu anayasaları ekolojik temellere oturtmuşlardır. Ekvador anayasasına göz attığımızda “Pacha Mama”, yani bizim dilimizde “Toprak Ana”yı anayasa seviyesinde tanıdıklarını görüyoruz. Yine aynı şekilde Bolivya anayasası da benzer şekilde Toprak Ana’nın gücüne atıfta bulunmakta. Cezayir’de ise anayasanın önsözünde, iklim değişikliğinin etkilerine dair bir endişenin ve sonraki bir eyleme geçme arzusunun yer aldığı bir iklim hükmü bulunuyor. Bu hüküm şu şekildedir: “Halk, çevresel bozulma ve iklim değişikliğinin olumsuz etkileriyle ilgili endişeli ve gelecek nesiller için doğal çevrenin korunması ve doğal kaynakların rasyonel kullanımının sağlanması konusunda isteklidir.”
Görüldüğü gibi, dünyamız sona doğru koşar adımlarla ilerlerken, örneklerini verdiğimiz bazı ülkeler bu büyük sorunla ilgili büyük adımlar atmaktadır. Peki, Türkiye Cumhuriyeti bu hazırlıkların neresinde? Maalesef, iyi cümleler kurabilmek güç. Öncelikle belirtmem gerekir ki, anayasamız içerisinde ekolojiyi korumaya yönelik maddeler bulunmaktadır. Ancak bu maddeler, ülkemizde gerçekleştirilen olaylarda görüleceği üzere sadece teoride kalmakta ve pratik olarak uygulanmamaktadır. Bunun başlıca sebepleri ise, sanayileşme ve ekonomik kalkınma önceliğinin çevre koruma önlemlerinin önüne geçmesi ve çevre politikalarının siyasi irade tarafından yeterince desteklenmemesidir. Örneğin, ülkemiz tarafından 22 Nisan 2016 tarihinde imzalanan Paris (İklim) Anlaşması’nın, 7 Ekim 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı kararı ile onaylanmasının ardından geçen 5 sene, ülkemizce çevre sorunlarının çok da önemsenmediğinin bir kanıtı olarak görülmelidir. Peki, diğer ülkeler anayasalarını değiştirirken, bizim bir anlaşmayı onaylamayı bu kadar ertelememizin sebebi iklim değişikliğinin bu ülkelere göre bizi daha az etkilemesi olabilir mi? Aksine, küresel ortalama sıcaklıklar sanayi öncesi döneme göre 1°C eşiğini aştı. Türkiye’de ise ortalama sıcaklık artışı şimdiden 1,5°C’yi geçti. Küresel iklim değişikliği, ülkemizin karşı karşıya olduğu ekonomik ve sosyal riskleri her geçen gün artırmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, iklim değişikliğine karşı en hassas ve riskli bölgeler arasında bulunuyor.
Isınan dünyamızda artık perde kapanmak üzere. Bu kritik dönemde, doğayı ve insan yaşamını koruyacak en güçlü araçlardan biri sadece teoride kalmayan, pratikte de uygulanan bir çevre hukukudur. Çevre hukuku, sadece bireylerin değil, devletlerin ve kurumların da ekosistemi koruma sorumluluğunu net bir şekilde belirler. Hukuki düzenlemeler, ekonomik büyüme ve sanayileşme adına doğanın yok edilmesine karşı bir savunma hattı oluşturur. Anayasal güvence altına alınmış ekolojik haklar, insanlara sadece temiz bir çevrede yaşama hakkı tanımakla kalmaz, gelecek nesillere sürdürülebilir bir dünya bırakma görevini de yükler. Eğer bizler bu hukuki temeli sağlamlaştırarak harekete geçmezsek, sadece doğanın değil, insanlığın da sonunu hazırlamış olacağız.
İzmir’e Ekolojik Yeni Algoritma Gerek
İzmir Anadolu’nun yüzyıllardır Avrupa açılan kapılarından biri olarak Gediz, Büyük ve Küçük Menders Deltaları, Yarımadası, Körfezi, Kuş Cenneti ve daha sayabileceğimiz nice değeri ile büyük bir ekolojik varlık…
Son yıllarda bu ekolojik varlıklar etrafında yaşanan;
• Büyük Körfez Geçişi
• Körfezde yaşanan kirlilik ve koku sorunları
• Gediz Deltası’nın kirlilik ve yapılaşma sorunları ve Kuş Cenneti’nin geleceği
• Harmandalı Katı Atık Alanının acilen kapatılması
• Çeşme ve Urla’daki büyük yıkım projeleri
• Büyük ve Küçük Menderes deltasındaki kirlilik ve tarımda yaşanan sorunlar;
• Son yıllarda bunlara eklenen orman yangınları,
Bu sorunlar yaşanırken hep aynı algoritma dönüyor. Merkezi hükümet gerekli önemi vermiyor, bütçe ayırmıyor, yerel yönetimlerde bu alanlardaki yapabilirliğinin sınırlarını zorlamıyor. Sivil toplum ise bu süreci izlemekte yetiniyor, işbirliği yaptığı yerel yönetimleri zora sormamak için “ölçülü” bir söylem geliştiriyor. Bu algoritma, merkezi hükümete, yerel yönetimlere ve sivil topluma konforlu bir alan yaratıyor. Kimsenin “Ağzımızın Tadı Kaçmasın Ali Rıza Bey” ayarı da bozulmuyor.
Fakat doğa, ekolojik değerler ve İzmirliler için bu algoritmanın sonuçları ne yazık ki yıkıcı oluyor. Hiçbir değeri devraldığımız gibi gelecek kuşaklara devredemiyoruz, iklim değişikliğinin en yıkıcı etkileri ile baş etmek zorunda kalıyoruz ne yazık ki.
Örneğin en yakın zamanda yaşadığımız yangınlardan yaklaşırsak, yangınlar illaki çıkıyor. İlgilendiğimiz konu tedbirlerin olmaması ve müdahalenin düzgün yapılamaması…. Örneğin herkes uzaya giden astronota harcanan para ile 12 tane yangın söndürme uçağı alınabileceği konuşuyor.
Bir değerlendirme yapmak gerekirse bu felakete uğrayan halkın çoğunluğu bu yangınların kasıtlı çıkarıldığını, İzmir olduğu için özellikle söndürme faaliyetlerinin ve tedbirlerin yeterli olmadığını, bu yanan yerlerin yerleşime açılacağını ve yangınların bu yüzden çıkarıldığını düşünüyor. Bu algı an itibari ile ama bunun gerçek olup olmadığını araştırmalar ve geçen zaman sayesinde anlayabilmemiz mümkün…
Örneğin internette paylaşılan bir notu buraya eklemek istiyorum:
“İzmir’de ki yangınlarda önemli bir habitat kaybı yaşandı. Eğer desteklenirse bu kaybı kısa sürede telafi etmek mümkün Bu açıdan Karşıyaka civarında yaşayanlara önemli bir görev düşüyor. Habitatın yeniden oluşması sadece ağaç dikilmesini içermiyor. Yangınla beraber bir sonraki baharda açacak kır çiçekleri tohumları, topraktaki bakteriel flora, tozlayıcı arı ve arı dışındaki böcek türlerinin barınakları da yok oldu. Bu böceklerin bir kısmı yangınla beraber kent içlerine kaçtılar. Onlar için barınak(böcek istasyonları)ve beslenmeleri için polen ve nektar içeren çiçeklere ihtiyaç var. Bu nedenle orada yaşayanların balkon ve bahçelerine bu nitelikteki çiçekleri ekmeleri belediyenin yeşil alan peyzajını bu durumu gözetecek şekilde düzenlemesi gerekiyor. Çok az maliyet getiren bu uygulamanın hayata geçirilmesi için ihtiyaç duyulan tek şey, İzmir’de fazlasıyla olduğunu düşündüğüm farkındalık, duyarlılık ve merhamet olacaktır.”
Son Körfez kirliliği tartışmalarında büyükşehir belediyesini merkezi hükümeti masaya çağırması bu bağlamda anlamlı bir başlangıç sıra masada halkın taleplerini formüle edecek sivil yapıların harekete geçirilmesinde..
İzmir’in çok büyük bir ekolojik katılım projesine ihtiyacı var. Bu katılım sürecinin hem yukarda tarif edilen türde kendi insiyatifini geliştirecek kampanyalar örgütlemesine, hem de ötekileştirilmiş, dışlanmış halkın sürekli “izin vermiyorlar – para yok” gibi ikilemlerini aşacak bir insiyatif üretmesine ihtiyaç var.
Son Körfez kirliliği tartışmalarında büyükşehir belediyesinin merkezi hükümeti masaya çağırması bu bağlamda anlamlı bir başlangıç; sıra masada halkın taleplerini formüle edecek sivil yapıların harekete geçirilmesinde, merkezi hükümete sadece tek harf farkına sahip başka bir şehrimiz “İzmit”te uygulanan modelin “İzmir” içinde uygulanması gerekli toplumsal talebi yaratmakta, konunun gerçekten uzmanı bilim adamlarının çalışma içine çekilmesinde, İzmit’ten başlayarak Gemlik, İskenderun, Aliağa ve İzmir körfezlerinde plansız sanayi yapılaşmalarının durdurulmasında ve yerel yönetimlere konfor alanlarını terk ederek halkın yanında yer almaktan bir seçeneğinin olmadığının anlamasının sağlamasında…
Her Felaket Filmi Başlangıcında Umursanmayan Bir Bilim İnsanı Vardır
Türkiye’de, özellikle de büyükşehirlerde bir süredir yaşananlar bu durumdan ibaret. Meteoroloji kaynağı Hava Forum, X hesabından İstanbul ve İzmir’de yaşayanlara felaket tellallığı denemeyecek kadar önemli bir duyuru yaptı. Yağmur yağmazsa kriz yaşanacağını belirten Hava Forum, “İstanbul’un 97, İzmir’in 55 günlük suyu kaldı. İstenilen düzeyde yağmur yağmaz ve çılgın su kullanımı devam ederse kendimizi krizin içinde buluruz. Lütfen dikkat! Tıraş olurken, diş fırçalarken, duşta lif köpürtürken suyu sürekli açık bırakma! Duş süresini 5 dakikaya indir!” diye belirtti. Türkiye çapında birçok bilim insanı haftalardır uyarı yapmakta. Ancak yine başka bir senaryoda başka bir bilim insanı daha dinlenmiyor.
Su sıkıntılarının özellikle büyükşehirlerde yaşanması öngörülen bir durumdu. Büyükşehirlerde artan nüfus, su kaynakları üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyor. Şehirlerdeki nüfus yoğunluğu, su tüketiminin yüksek olmasına neden oluyor. İstanbul, İzmir ve Ankara gibi metropoller, kırsal alanlara kıyasla çok daha fazla su tüketiyor. Örneğin, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, üç büyükşehirde kişi başı günlük su tüketimi ortalama yaklaşık 228 litre iken, kırsal alanlarda bu rakam 100 litrenin altında. Şehirlerdeki yüksek su tüketimi, hem evsel kullanım hem de endüstriyel faaliyetlerden kaynaklanıyor.
Şehirlerdeki su altyapısının yetersizlikleri de su kıtlığını artıran bir diğer önemli faktör. Eski ve bakımsız boru hatları su sızıntılarına neden oluyor. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) verilerine göre, şehirdeki su kayıpları yüzde 20’ye kadar çıkabiliyor. Bu, her beş litreden birinin sızarak kaybolması demek. Altyapının iyileştirilmemesi durumunda, bu kayıplar daha da artacak ve su kaynakları üzerindeki baskı daha da şiddetlenecek.
Sanayi ve ticaretin yoğun olduğu büyükşehirlerde, su tüketimi daha da artıyor. Fabrikalar, oteller, restoranlar ve diğer ticari işletmeler, büyük miktarlarda su tüketiyor. Özellikle sanayi sektörü, su kaynaklarını hızla tüketen başlıca faktörlerden biri. Örneğin, bir tekstil fabrikası günde binlerce litre su tüketebiliyor. Bu durum, su kaynaklarının hızla tükenmesine ve su kıtlığının daha da derinleşmesine neden oluyor.
Ancak bu sebepler, sadece büyük şehirler sıkıntı yaşıyor demek değil. Anadolu’nun en verimli topraklarından olan Çukurova’daki çiftçilere temmuz ayında “su yok, ekmeyin” resmi yazısı iletildi. Bu
şartlarda güzlük ürün ekilmesi durumunda mevcut su bütçesi ile su verilemeyeceği konusunun mahalle halkına duyuruldu.
Yerel ve merkezi yönetimler, Türk halkına ‘diş fırçalarken musluğu açık bırakmayın’ gibi ilkokul seviyesinde temel tasarruf tedbirleri aşılamaya çalışırken daha büyük çerçevede esas yıkımın sebepleri olan vahşi kapitalizmin kâr odağı da unutulmamalı. Örneğin, maden ocakları, faaliyetleri sırasında büyük miktarda su tüketir ve su kaynaklarını kirletir. Türkiye’nin farklı bölgelerinde, özellikle altın ve kömür madenciliği, yeraltı sularını tüketerek ve kirleterek ekosistemleri tehdit etmektedir. Yani ajandada üç beş tane patronun kârının maksimize edilmesi, bundan 10 yıl sonraki neslin en insani temel ihtiyacı olan içme suyu bulmasına tercih edilebiliyor.
Her felaket filmi başlangıcında, umursanmayan bir bilim insanı vardır; ama bu sefer, küçük çocuklara korkmasın diye söylenen “bunlar gerçek değil, sadece film” sözünün hiçbir geçerliliği kalmayacak.
Sürdürülebilir Finansa Hızlı Bir Bakış
Sürdürülebilirlik kavramı, 1952 yılında Londra’da 12.000 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Büyük Sis, 1969’da Cleveland’daki Cuyahoga Nehri’nde çıkan yangın, 1976 yılında Seveso, İtalya’da dioksin bulutlarının 30.000’den fazla kişiyi zehirlemesi ve 1978 yılında toksik atığın gömülü olduğunun ortaya çıkması gibi olaylarla çevrenin insan hayatındaki önemini bir kez daha hatırlatmış ve doğanın korunmasına yönelik kamuoyu algısı oluşturmuştur.
Çevreye verilen bu zararlardan dolayı, ilerleyen yıllarda Amerika’da 1970 yılında Temiz Hava Yasası, 1972 yılında Temiz Su Yasası, 1976 yılında Kaynakları Koruma ve Kurtarma Yasası, 1980 yılında ise Tazminat ve Sorumluluk Yasası yürürlüğe girmiştir. Bu yasaların yürürlüğe girmesiyle insanlar ve toplum, daha bilinçli bir profil oluşturmaya başlamıştır. Yukarıda bahsedilen felaketler, sadece can kaybına neden olmayıp ülkelerin finansal açıdan da zor duruma düşmesine sebep olmuştur. Bu sebeple özellikle son yıllarda sürdürülebilirlik kavramı yükselişe geçmiş ve konuşulmaya başlanmış; işletmeler ve yatırımcılar, projelerin sadece finansal getirilerine değil, doğa dostu olup olmadığına göre de karar vermeye başlamıştır.
Sürdürülebilirliğin finansal açıdan kavramsal karşılığından bahsetmek gerekirse, ilk olarak üniversite birinci sınıfta ekonomi ve finans bölümlerinin ilk dersinde hocaların dillerinden dökülen tabiri hatırlamak lazım: Tüm ekonomi ve finans teorilerinin temelinde kaynakların kıt olduğu gerçeği yatmaktadır. Üretim faktörleri olarak da adlandırabileceğimiz bu kıt kaynaklar temel olarak doğa, iş gücü, sermaye ve girişimdir. Sanayi devrimiyle birlikte toplum ve ekosistem büyük bir yara almıştır. Yenilenebilir olmayan kaynaklara olan bağımlılık artmış ve bununla birlikte fosil yakıtlar gibi enerji kaynaklarının kullanımı neticesinde doğanın tahribi büyük ölçüde başlamıştır. Nitekim üretim, tüketimi beslemiş ve bir çığ gibi büyümüştür. Neticede meydana gelen çevre kirliliği ve doğal kaynakların yok olması, dünyayı tehdit eder hale gelmiştir. Bu sebeple, son yıllarda sürdürülebilirlik kavramına ve sürdürülebilir işletme modellerine olan talebin artması, işletmelerin ve ülkelerin temel bir fonksiyonu olan finans fonksiyonunun da sürdürülebilir bir perspektifte işlemesinin gerekliliğini ortaya koymuştur.
Sürdürülebilir finans, ekonomik büyümeyi çevresel ve sosyal sorumlulukla uyumlu bir şekilde gerçekleştirmeyi amaçlayan bir yaklaşımdır. Geleneksel finans yöntemlerinden ayrılan yönü, yatırım kararlarının yalnızca getiriye ve kâra odaklanmasının yanı sıra, çevresel ve sosyal etkileri de dikkate almasıdır. Bu tarz bir yaklaşım, özellikle iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı ve sosyal eşitsizlikler gibi küresel sorunların çözümünde de önemli bir rol oynamaktadır.
Son yıllarda sürdürülebilir finans kavramı, hem akademide hem de finansal piyasalarda giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Sürdürülebilir finansın unsurlarını oluşturan temel kriterler, Çevresel, Sosyal ve Yönetişim (ESG) kriterleridir. Bu kriterler, şirketlerin ve yatırımcıların karar alma süreçlerinde dikkate alınması gereken önemli unsurlardır. Çevresel kriterler karbon ayak izi, enerji verimliliği ve atık yönetimi gibi konuları kapsarken, sosyal kriterler işçi hakları, çeşitlilik ve toplumsal projeleri içermektedir. Yönetişim kriterleri ise şeffaflık, yönetim kurulu yapısı ve etik iş uygulamaları gibi konuları ele alır. Ayrıca yeşil tahviller ve sosyal tahviller gibi finansal araçlar da sürdürülebilir finansın önemli unsurları arasında yer almaktadır.
Sürdürülebilir finansın etkilerine baktığımızda, şirketlerin ve yatırımcıların uzun vadeli başarıları üzerinde olumlu etkiler yaratabileceği görülmektedir. ESG kriterlerine uygun yatırımlar yapan şirketler genelde daha düşük risklerle karşılaşmakta ve toplumsal itibarlarını artırmaktadır. Bir başka açıdan, sürdürülebilir finans araçları, iklim değişikliğiyle mücadele ve sosyal eşitsizliklerin azalması gibi hedeflere ulaşılmasında önemli rol oynayabilir. Nitekim, sürdürülebilir finans sadece getiri sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal fayda sağlamayı da amaçlar.
Sonuç olarak, sürdürülebilirlik ve finansın gelecekte finansal piyasaların işleyişini değiştirebileceği potansiyeli olduğu açıktır. Ancak, bu sürecin zorluğu, doğru politika ve düzenlemelerin hayata geçirilmesidir. Nitekim sürdürülebilir finans, hem çevresel hem de toplumsal açıdan daha adil, daha makul bir dünya için önemli bir araç olacaktır.
“Yeşil Sevgi”den Yeşil NewsLab’e
Matbaayla geç haşır neşir olsak da basın tarihimiz binlerce gazeteyle dolu. Öyle gazeteler var ki aralarında, direnişler başlattı; hükûmetler sarstı… Ancak ekonomik vaziyet öyle bir hâl aldı ki politik baskının yapamadığını, artan maliyetler ve zayıflayan tedarik süreçleri üstlendi. İflas eden basın kuruluşları, tamamen dijital ortama geçen gazeteler, koca koca baskı makinelerinin yerini devasa antenlere bırakan tesislerde stüdyolar kurarak TV yayınına dönen yayıncılar…
Bir de üstüne hızla artan dikkat eksikliği ve odak kayıplarını da göz önünde bulundurunca, sosyal medya haberciliği yükselişe geçti: Tek bir tweete sığacak haberler, bir paragrafta okunan havadisler dört bir yanımızda, kaydıra kaydıra okuyoruz.
Hâl böyleyken, haberi haber yapan unsurları atlıyoruz. Kaynaksız, öznesiz, teyit edilmemiş sözde haberleri de epey hafife alıyoruz. Yukarıda söyledim; “direnişler başlatan gazeteler”, haberin böylesine hızlı yayıldığı bir dönemde kim bilir nelere yol açardı!
2021 yılında, eski bakanlardan Dr. Hakan Tartan ile “gezegene borcumuzu ödeyelim” diye Instagram üzerinden yayımladığımız Yeşil Sevgi Bülteni, benim ekoloji odaklı yayıncılığa ilk adımımı atmama vesile oldu. Önce haftalık, sonra aylık periyotta uzunca bir süre yayımladık. 30 sayının ardından uzun bir ara verdik.
Bu “ara” esnasında epeyce düşündüm, bolca danıştım, sık sık fikir edindim. Sonuç ise şöyle: Yavaş gazetecilik prensiplerini benimsemiş; ekolojiye multidisipliner bir bakışla yaklaşabilen; üstatlardan gazeteciliğin öğrenilebileceği bir ortamın sağlanacağı; şimdilik dijital de olsa bir gazetenin olacağı; videocastler ve podcastlerin yayımlanacağı yeni nesil bir habercilik laboratuvarı için kolları sıvamaya karar verdik!
Mart ayındaki yerel seçimlerden önce, İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayları ile ekoloji politikalarını konuştuğumuz “Ekoloji Sohbetleri” Yeşil NewsLab’in ilk projesi oldu. Şimdi ise ikinci projemiz olan gazetemizle ile karşınızdayız. Bir kusurumuz olursa affola!
Kayısı çekirdeğinden biyoplastik üretildi
Malatya’da özellikle kış aylarında yakacak olarak kullanılan kayısı çekirdeği kabuğu, bir Teknopark firması tarafından endüstriyel biyoplastik ürüne dönüştürüldü. Coğrafi işaret tescilli kayısı çekirdeğinin içinin ayrıştırıldığı tesislerden elde edilen kabuklar, çevre dostu bir dönüşüm sürecinden geçiyor.
Biyoplastik Üretimi
Firma, İnönü Üniversitesi Teknopark’ta yürüttüğü çalışmalar sonucu kayısı çekirdeği kabuğundan biyoplastik üretmeyi başardı. Gıda mühendisi Merve Atalay, Kanada’da eğitim gördüğü dönemde gıda atıklarının ekonomiye kazandırılması üzerine yaptığı araştırmaları Türkiye’de uygulamaya karar verdiğini belirtti. Atalay, “Patates, elma gibi birçok gıda atığının ekonomiye kazandırılması için AR-GE çalışması yaptık. Onların içindeki değerli bileşenleri ayrıştırarak, o değerli bileşenlerle biyoplastik üretiyorduk. Deprem nedeniyle makinelerimiz hasar aldı, seri üretime geçmek üzereyken ara vermek zorunda kaldık. Tüm mikroorganizmalarımızı, stok çözeltilerimizi depremle beraber kaybettik. Yeni geliştirdiğimiz malzemeyi kayısı çekirdeği kabuğuyla güçlendirme AR-GE çalışmamızı sürdürdük. TÜBİTAK 1507 KOBİ Destek Programı kapsamında kayısı çekirdeği kabuğundan biyoplastik üretmeyi başardık. Doğada yüzde 100 çözünebilen bir ürün.” dedi.
Farklı Sektörlerde Kullanım
Üretilen biyoplastiğin farklı sektörlerde kullanılabileceğini vurgulayan Atalay, “Plastiğin kullanıldığı tüm sektörlerde mutfak, beyaz eşya, otomotiv sektöründen tutun kozmetik sektörüne kadar plastiğin kullanıldığı sektörlerde ikame olarak kullanılabilecek, yüzde 100 doğal ve doğada çözünebilen bir malzeme. Kayısı çekirdeği kabuğundan ince film ürettik, ambalaj sanayisinde kullanılabilecek. Enjeksiyonda kullanılabilecek sert mukavemet özelliğine sahip ürün ürettik. İstediğiniz enjeksiyon makinesinde istenilen forma dönüştürülerek kullanılabilir. Maliyeti, plastiğin ham maddesine göre daha uygun.” diye konuştu.
Çevresel Faydalar
Kayısı çekirdeği kabuğunun genelde ısınma amaçlı kullanıldığına dikkat çeken Atalay, bu uygulamanın ciddi karbon salımına neden olduğunu belirtti. “Fabrikalar kayısı çekirdeği kabuğunu ısınma amaçlı satın alarak yakıyor, bu durum ciddi karbon salımına neden oluyor. Biz hem karbon salımını önlemiş oluyoruz hem de kayısı çekirdeği kabuğunu doğada çözünebilen ürüne dönüştürüyoruz. Plastiğin ham madde maliyetinden yüzde 50 daha düşük fiyata, daha uygun maliyetle ürün ortaya koyuyoruz.” dedi.
Teknopark Desteği
Teknopark Genel Müdürü Hasan Yılmaz, gıda atıklarının yeni ürünlere dönüştürülmesinin önemli bir proje olduğunu vurgulayarak, “Plastik malzemenin bire bir karşılığı olan bir ürün. Tamamen doğal ve doğada çözünebilen bir ürün. Doğaya ve insan sağlığına zararı yok. Karbon ayak izin sıfıra indirme gibi bir hedef var. Teknoparkların buna öncülük etmesi bizleri de mutlu ediyor.” ifadelerini kullandı.
Kaynak: AA
İlk kez balıkların beyninde mikroplastik parçacıkları tespit edildi
Tek kullanımlık plastiklerin doğaya atılması, dalgaların, güneşin ve rüzgarın etkisiyle mikroplastiklere dönüşerek su canlıları tarafından tüketilmesine ve böylece insan besin zincirine girmesine yol açabiliyor. Bu konuyu araştıran Atatürk Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Prof. Dr. Muhammed Atamanalp ve ekibi, iki yıldır su canlıları üzerinde kapsamlı bir çalışma yürütüyor.
Araştırmanın Bulguları
Prof. Dr. Muhammed Atamanalp liderliğindeki yedi kişilik ekip, farklı deniz ve tatlı su kaynaklarından topladıkları 300 balık, 200 ıstakoz ve 150 tatlı su midyesini laboratuvarda analiz etti. Bu analizler sonucunda, ilk kez balıkların beyninde mikroplastik parçacıklarının varlığı tespit edildi. Ayrıca, midye, ıstakoz ve farklı balık türlerinde de mikroplastiklerin bulunduğu belirlendi.
Prof. Dr. Atamanalp, plastiklerin kullanım kolaylığı nedeniyle sık tercih edildiğini ancak sorumsuzca doğaya bırakıldığında ciddi çevresel ve sağlık sorunlarına yol açtığını belirtti.
Mikroplastiklerin Tehlikesi
Prof. Dr. Atamanalp, plastiklerin çevreye zararlarını şu sözlerle dile getirdi: “Özellikle tek kullanımlık malzemelerin getirdiği pratiklik sebebiyle yoğun bir şekilde kullanılması ve bunların doğadan bertaraf edilmeden çevreye sorumsuzca bırakılması, bunların su kaynaklarına ulaşmasına neden oluyor. Su kaynaklarına ulaştıktan sonra güneş ışığı, rüzgar veya dalga hareketleri nedeniyle gözle dahi görülemeyecek parçacıklara bölünen bu plastikler, o ortamda bulunan sucul canlılar tarafından gıda sanılıp tüketilerek kendi bünyelerinde depolanmaya başlıyor.”
Atamanalp, balık beyninde mikroplastik parçacıklarının tespit edilmesinin yanı sıra bu parçacıkların kandan diğer organlara taşındığını da gösterdiklerini söyledi. Ayrıca, sıcak içeceklerin konulduğu tek kullanımlık plastiklerin çözünmesiyle mikroplastiklerin insanlara direkt olarak geçiş yapabileceğine dikkat çekti. Bu mikroplastiklerin sucul canlılar tarafından tüketilmesi ve daha sonra bu canlıların insanlar tarafından tüketilmesi, insan sağlığı için bir risk oluşturuyor.
Balık Tüketimi ve Sağlık Riski
Prof. Dr. Atamanalp, “Yine çalışmalarımızda biz şunu ortaya koyduk ki insanlar tarafından tüketilen kas dokusunda, mikroplastik birikimi zarar verecek düzeyde değil ama diğer organlarına baktığımızda özellikle karaciğer ve böbrekte ciddi miktarda mikroplastikleri tespit ettik.” dedi.
Çevresel Bilinç ve Geri Dönüşüm
Prof. Dr. Atamanalp, hızlanan yaşam temposunun tek kullanımlık plastiklerin kullanımını zorunlu hale getirdiğine dikkat çekerek, bu plastiklerin atık olarak çevreye bırakılmaması gerektiğini vurguladı. “Madem bunların kullanımından kaçınılmaz bir durum var, diyoruz ki hiç olmazsa bunlar atık olarak ortaya çıktığında çevreye bırakmayalım. Özellikle geri dönüşüm sistemine bunları dahil edelim. Bu bilinçle hareket edersek hem çevremizi hem su kaynaklarımızı hem o içindeki sucul canlıları ve en nihayetinde de insan sağlığını korumuş oluruz. Tek kullanımlıktan kasıt bunu tekrar yıkayıp yeniden kullanma zorunluluğunuz yok. Tabii kullanım, pratiklik açısından getirileri çok ama çevresel yükünü dikkate aldığımızda maalesef çok ciddi sorunlara neden oluyorlar” dedi.
Kaynak: AA